Kalın: Ayasofya’nın ibadete açılması, tarihi dünya mirası kimliğinden bir şey eksiltmez

Kalın: Ayasofya’nın ibadete açılması, tarihi dünya mirası kimliğinden bir şey eksiltmez

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın, “Ayasofya’nın ibadete açılması, tarihi dünya mirası kimliğinden bir şey eksiltmez. Daha fazla insan orayı ziyaret edebilir” dedi. Kalın, sosyal medya düzenlemelerine ilişkin ise “Kapatılması diye bir plan yok ama düzenlenmesi gerektiği konusunda artık bir konsensüs oluştu” diye konuştu.

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, sosyal medyayla ilgili düzenleme hazırlığı ve Ayasofya’nın ibadete açılması tartışmalarına ilişkin Anadolu Ajansı’nın (AA) sorularını yanıtladı.

Sosyal medyanın kapatılması şeklinde bir görüş olmadığını belirten Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, ancak sosyal medyanın düzenlenmesi gerektiğine yönelik bir ittifak oluştuğunu söyledi. Bunun muhalif seslerin susturulması anlamına gelmeyeceğini vurgulayan Kalın, Ayasofya’nın ibadete açılmasının dünya mirası kimliğinden bir şey eksiltmeyeceğini dile getirdi.

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın’a yöneltilen sorular ve bu sorulara verdiği cevaplar şöyle:

SORU: Suriye 2011’den beri bir iç savaş içerisinde. Birçok şey yaşandı, birçok dramlar yaşandı ama en son geldiğimiz noktada Türkiye ile Rusya arasında bir mutabakat imzalandı Suriye’nin kuzeyinde… Bu mutabakatlar nasıl gidiyor? Şu an ortak devriyeler devam ediyor, bir sorun var mı?

CEVAP: Şu anda Sayın Cumhurbaşkanımızın Sayın Putin’le 5 Mart’ta yaptığı İdlib ateşkesi çerçevesinde ortak devriyeler devam ediyor. Ateşkes büyük oranda uygulanıyor fakat zaman zaman rejimin ihlallerinin olduğunu da görüyoruz. Şimdi en son bildiğiniz gibi BM İnsan Hakları Komisyonunun da bir raporu yayınlandı, ‘Rejim İdlib’deki sivillere saldırmak suretiyle savaş suçu işlemiştir’ diye. Bu zaten bizim baştan beri söylediğimiz bir konuydu. Yani sivilleri cezalandırmak suretiyle rejim orada mevzi elde etmeye çalıştı. Bunun için çok acımasızca, hunharca varil bombaları kullandılar, kimyasal silahlar kullandılar ve başka tür toplu mezarlar, toplu öldürmeler yaşandı, büyük bir insanlık dramı yaşandı orada. Sorun bütünü ile çözülmüş değil ama kısmen kontrol altına alınmış durumda. Özellikle İdlib’de kısmi bir sükunetin hakim olduğunu söyleyebiliriz fakat bizim beklentimiz ve çağrımız geçenlerde Sayın Cumhurbaşkanımız, Astana Üçlü Zirvesi’nde de bunu yine dile getirdi, İdlib bölgesinin bir güvenli bölge ilan edilmesi, kelimenin tam manasıyla bir güvenli bölge ilan edilmesi ve bu şekilde muamele görmesi. Aksi halde İdlib’e sıkışmış olan 3-3,5 milyon insanı orada uzun vadede tutmanız mümkün değil. Zaten Suriye’nin başka bölgelerinden kaçıp gelmiş yani yerlerinden edilmiş insanlar oraya sıkışmışlar, ki normalde İdlib’in nüfusu 1 milyon civarındadır, yani şu anda oraya onun 3-3,5 katı insan sıkışmış durumda ve bu insanların gidebileceği başka bir yer yok, sadece Türkiye var. Bu, problemin bir ayağı tabii.

Öbür tarafta terör örgütünün Suriye’deki uzantısı olan PYD ve YPG’nin terörist faaliyetleri de orada devam ediyor. Biliyorsunuz bazen Afrin’de, bazen Tel Rıfat’ta, bazen Fırat’ın doğusunda ve çeşitli terörist eylemler gerçekleştiriyorlar, sivillere saldırıyorlar. Bunlara tabii bizim müsaade etmemiz mümkün değil. Bunlara karşı mücadelemiz de kararlı bir şekilde devam edecek. Fırat’ın doğusunda da hakimiyeti sağlamak, sükuneti sağlamak için askerlerimiz orada yoğun bir faaliyet gösteriyorlar. Bu çalışmalar da aynen devam edecek herhangi bir fasıla olmadan. Fakat nihai olarak Suriye meselesinin çözümü için Birleşmiş Milletler 2254 sayılı kararı çerçevesinde de bir geçiş hükümetinin kurulması, seçimlerin yapılması ve Suriye’de herkesi temsil eden meşru bir siyasi yapının inşa edilmesi gerekiyor. Bunun Esed rejimi tarafından yapılamayacağı açık bir şekilde ortada.
SORU: Esed rejimi ile ilgili olarak geçtiğimiz günlerde bir iddia ortaya atıldı Esed’in koltuğu bırakacağı, bir ülkeye sığınacağına dair. Bu iddialarla ilgili görüşünüz nedir?

CEVAP: Bunlar birer iddia, daha sonra yalanlandı çeşitli başka makamlar tarafından. Rus basınında bu tür şeyler çıktı, sonra onlar ‘böyle bir şey yok’ dediler.

SORU: Siz yeni bir süreç bekliyor musunuz?

CEVAP: Suriye’de yapılması gereken, Birleşmiş Milletler 2254 sayılı kararı çerçevesi siyasi sürecin ilerletilmesi, Anayasa Komisyonunun çalışmalarını tamamlaması, ki bir sonraki toplantı ağustos ayında yapılacak, ve oradan çıkacak neticenin herkes tarafından bağlayıcı olması önemli. Anayasa Komisyonu çalışmalarının da yıllarca sürmemesi gerekiyor. Yani bunun bir takviminin olması lazım, bir nihai tarihinin olması lazım. Rejim şu ana kadar Anayasa Komisyonu çalışmalarını sabote etmek için elinden geleni yaptı çünkü oradan çıkacak bağlayıcı bir metnin kendi lehine olmayacağını biliyor veya öyle düşünüyor. Bundan dolayı da Anayasa Komisyonu çalışmaları çok yavaş ilerliyor. Halbuki bu çalışmaların bir an önce tamamlanması ve Suriye’de siyasi süreci ilerletecek bir anayasal zeminin oluşturulması gerekiyor, çatışmaların durdurulması gerekiyor, mültecilerin tabii ki güvenli, onurlu bir şekilde evlerine dönmesi gerekiyor. Dolayısıyla Suriye meselesinin aslında bütün ana başlıkları olduğu gibi duruyor yani salgından dolayı bir 3-4 ay dikkatler başka yerlere yöneldi ama Suriye meselesinde temel konular maalesef çözümsüz bir şekilde durmaya devam ediyor.

SORU: İsrail- Filistin meselesi… Burada Netanyahu’nun, büyük bir iştahla Batı Şeria’nın bir kısmının ilhak edilmesiyle ilgili bir planı var. Buna zaten Trump ön ayak olmuştu, o yol açmıştı. Bu ilhak, iki devletli çözümü yok edebilecek bir noktaya doğru gidiyor çünkü Filistin tarafının da çok keskin bir duruş sergilediğini görüyoruz. İlhak planı ile ilgili Türkiye’nin duruşu nedir? Bununla bağlantılı olarak daha önce Kudüs’ün başkent olarak tanınması konusunda Türkiye çok önemli bir hamle yapmıştı, İstanbul’da İslam İşbirliği Teşkilatı üyelerini toplamıştınız. Daha sonra BM’de Kudüs’ün tek taraflı başkent ilan edilmesinin bir anlam ifade etmeyeceğine yönelik bir karar çıkartmıştınız. Yeni dönemde bu ilhaka karşı Türkiye’nin herhangi bir planı var mı yoksa mevcut planları mı destekleyeceksiniz?

CEVAP: Öncelikle İsrail’in bu ilhak planı gayrimeşrudur, hukuka aykırıdır, yeni bir işgal ve gasp hareketidir. Bunu kesin bir şekilde reddediyoruz ve bütün uluslararası toplumu da bu ilhak planını reddetmeye davet ediyoruz. Nasıl Kudüs konusunda uluslararası toplum büyük bir birlik ve dayanışma gösterdiyse aynı dayanışmanın şimdi bu ilhak planına karşı da gösterilmesi gerekiyor. Başta Arap ülkeleri ve Arap Ligi olmak üzere İslam İşbirliği Teşkilatı, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Ortadoğu Dörtlüsü ve diğer ilgili bütün kurumların bu konuda çok açık ve net bir tutum sergilemesi gerekiyor. Çünkü işgal ve ilhak politikaları bugüne kadar Filistin meselesini daha içinden çıkılmaz hale getirdi, her tür barış, iki devletli çözüm, siyasi istikrar, toplumsal huzur imkanlarını ortadan kaldırdı. Bu ilhak planı bu krizi daha da derinleştirir. Zaten Netanyahu iki devletli çözüme inanmadığını baştan beri ifade eden bir siyasetçi. Hatta İsrail siyaseti içinde Likud’un ana çizgisi haline getirmiş durumda bunu. Şimdi buna öncelikle iki devletli çözüme inandığını söyleyen Amerika Birleşik Devletleri’ndeki çeşitli çevrelerin, kongre üyelerinin, çeşitli Musevi topluluklarının gür bir sesle itiraz etmesi gerekiyor. Vatikan’ın karşı çıkması gerekiyor. O topraklar aynı zamanda orada yaşayan Hristiyanları da ilgilendiriyor, Vatikan’ı da ilgilendiriyor, Arap ülkelerini doğrudan ilgilendiriyor, onların daha fazla ses çıkartması gerekiyor.

Türkiye olarak bu konuda Cumhurbaşkanımızın pek çok Arap lideri ile Batılı liderle telefon görüşmeleri oldu ilk bu karar açıklandığı zaman. Cumhurbaşkanımız bunu net bir şekilde reddettiğimizi Sayın Trump’a da Sayın Putin’e de Mahmud Abbas’a da Ürdün Kralı’na da ve görüştüğü birçok lidere, Sayın Merkel’e ve diğerlerine açık ve net bir şekilde ifade etti. Bu konudaki tavrımız bizim son derece net. Bu yeni bir gasp ve işgal politikasıdır, hamlesidir, oyunudur, bu oyuna hiç kimsenin gelmemesi gerekiyor.

Tabii İsrail’i durduracak olan şey uluslararası toplumun, Birleşmiş Milletler’in, Ortadoğu Dörtlüsünün, Avrupa Birliği’nin daha etkin, daha dirayetli, daha güçlü bir şekilde tavır almasıdır. Yani bu hukuksuzluğu, bu kanunsuzluğu, hatta bu haydutluğu göz ardı edersek yarın Orta Doğu’da başka felaketlerin kapısını aralamış oluruz. Bugüne kadar İsrail’in 1947’den beri Filistin topraklarını nasıl adım adım, parça parça, santim santim, metre metre işgal ettiğini, gasbettiğini gördük. Cumhurbaşkanımız Birleşmiş Milletler’de bir harita göstermişti biliyorsunuz, 47’den bugüne kadar Filistin topraklarının nasıl yok edildiğini, İsrail tarafından işgal edildiğini… O harita hala yerinde duruyor. Maalesef eğer bu ilhak politikası uygulanırsa, ilhak kararı uygulanırsa bir beşinci harita daha gelecek onların yanına, 4 harita vardı ve 5’inci haritada adeta artık Filistin ortadan kalkacak. Dolayısıyla buna müsaade edemeyiz Orta Doğu’nun barışı için, huzuru için… İsrail burada aynı Kudüs’te olduğu gibi yine ateşle oynuyor, tahrik edici, yıkıcı bir politikanın peşinde. Bundan derhal vazgeçmesi gerekiyor. İsrail üzerinde etkisi olan, yetkisi olan bütün ülkelerin de başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere bu konuda açık ve net bir tavır alması gerekiyor.
SORU: Siz Arap dünyasının tavrını yeterli görüyor musunuz?

CEVAP: Yeterli görmüyorum, özellikle Arap Ligi’nin tavrını yetersiz görüyorum, İslam İşbirliği Teşkilatı içerisinde bu konuda çok net tavır sergileyen ülkeler var ama onun tavrının da yeterli olduğunu söyleyemeyiz. Daha fazla ses çıkartılması gerekiyor. Özellikle Arap Birliği’nin, yani ikide bir Türkiye aleyhine kararlar çıkartmak yerine öncelikle bu meseleler üzerine odaklanması gerekiyor.

SORU: Türkiye’nin dış politikası, özellikle bölgesel politikalarına baktığımızda son dönemde son derece proaktif bir politika güttüğünüzü görüyoruz bölgede. Yani Libya’dan Yemen’e kadar, Suriye’ye, Mısır’a kadar bölge politikalarınız oldukça etkili ve hemen hemen her noktada Türkiye’nin bir varlığını görüyoruz. Balkanlarda zaten tarihsel bir etkimiz var. Şimdi bu politikaları değerlendirdiğimizde, ben özellikle Arap dünyasını yakından takip ettiğim için biliyorum, bunu bazı Arap liderler de siz de biliyorsunuz gündeme getiriyorlar, Türkiye’nin dış politikasının özellikle bölgesel politikasının İhvan ve Neo Osmanlıcılık üzerine tesis edildiği ve merkezinin bu olduğuna dair bir söylem tutturuyorlar. Bizim böyle mi gerçekten politikamız. Türkiye’nin bölgesel politikalarının temel kriterleri nedir? Biz İhvan üzerine mi gidiyoruz, Neo Osmanlıcılık mı bizim hedefimiz, yeni bir Osmanlı etkisi mi oluşturmaya çalışıyoruz, nedir bizim dış politika kriterlerimiz?

CEVAP: Bunlar Türkiye’nin aktif dış politikasını gölgelemek amacıyla ortaya atılmış birtakım asılsız iddialardan ibarettir. Somut olarak bunun hiçbir yerde bir örneğini gösteremezler. Türkiye Mısır’da Hüsnü Mübarek devrildikten sonra orada kim meşru olarak devletin başında idiyse onunla iş tutmuştur, Tunus’ta seçimle kim iş başına gelmişse onlarla iş tutmuştur, Libya’da siyasi istikrarı sağlamak için hiçbir siyasi taraf arasında ‘Bu İhvancıdır, bu batıcıdır, bu milliyetçidir’ gibi ayrımlar yapmadan meşru olan aktörlerin tamamı ile çalışma gayreti içerisinde olmuştur. Aynı örneği Körfez ülkeleri için verebiliriz, Irak için verebiliriz ve başka ülkeler için verebiliriz. Suriye’de savaş başladığında Türkiye, tırnak içinde, yani Müslüman Kardeşleri mi destekledi? Suriye halkını destekledi orada. Esed rejimi hiçbir ayrım yapmadan Sünnisi ile Kürt’üyle Arap’ıyla Türkmen’i ile karşı çıkan kim varsa onlara saldırdı ve Türkiye de o zulme uğrayan herkese kapılarını açtı, herhangi bir ayrım yapmadı. Fakat son dönemde özellikle uluslararası liberal söylemin bir öcü haline getirdiği işte İslam, İslamcılık, İslami hareketler, İslami partiler, Müslüman Kardeşler gibi söylemler elverişli bir enstrüman olarak her yerde kullanılıyor. Mesela bunun son örneğini John Bolton’ın yazdığı kitapta da gördük. Yani bizim kendisi ile yaptığımız pek çok görüşmede buradaki görüşmelerde, Washington’daki, New York’taki görüşmelerde, telefon konuşmalarımızda bir defa bile bu konuları gündeme getirmeyen Bolton, gidip bu kitabı yazdığında Sayın Cumhurbaşkanımıza ‘O radikal bir İslamcıdır’ gibi bir iftira atıyor. Bunu niye yapıyor, gerçek olduğu için değil, bu elverişli bir enstrüman olduğu için, çok işe yarar bir argüman olduğu için. ‘Bunu dediğinizde artık başka bir şey söylemenize gerek kalmaz’ varsayımı ile hareket edildiği için.
SORU: Peki bu tür söylemler neden kullanılıyor? Ne istiyor Türkiye, bölge ülkeleri için sizin gelecek tasavvurunuz nedir, neden bu kadar proaktifsiniz bölgede?

CEVAP: Kendi halkına zulüm etmeyen bir rejimle Türkiye’nin bir sorunu olmaz ama bir rejim kalkıp kendi halkını bombalıyorsa, kimyasal silahlar kullanıyorsa o rejimin kimliği, etnik mezhebi, siyasi kimliği ne olursa olsun Türkiye buna karşı durur, bu da en temel insani, ahlaki ve siyasi görevimizdir bizim. Bölgede biz, bakın şöyle söyleyeyim, İslam dünyası aslında fakir bir dünya olmak zorunda değil. Dünyanın doğal zenginliklerinin çok önemli bir kısmı özellikle Orta Doğu coğrafyasında yer alıyor. Fakat güçlü bir liderlik, akıllı ve basiretli bir siyasi vizyon, birlik ve beraberlik olmadığı için İslam dünyasında savaşlar, çatışmalar, krizler, zayıf devletler, kötü yönetimler almış başını gitmiş durumda. Biz nasıl bir zamanlar bütün İslam dünyası bütün dünyaya ışık tutan bir kültür medeniyet havzası idiyse yani Bağdat’ından Basra’sına, Semerkand’ından İskenderiye’sine, Kahire’sinden Bosna’sına kadar hepsini katarak söylüyorum, 21’inci yüzyılda da İslam dünyasının bu vasıflarını yeniden kuşanmasının mümkün olduğuna inanıyoruz. İlimde, kültürde, sanatta, eğitimde, bilimde, teknolojide, altyapıda, dış politikada, güvenlikte ve diğer bütün alanlarda İslam ülkeleri çok daha iyi bir noktada bulunabilirler. Buralardaki barış, dünya barışına ve huzuruna katkı sağlar, buradaki çatışmalar üzerinden kendi milli menfaatlerini ilerletmeye çalışanlar, eninde sonunda bütün dünyayı ateşe verdiklerinin farkında değiller. Yani güvenliğin bu kadar iç içe geçtiği bir dünyada, ben hep şunu söylüyorum; hepimiz güvende olmadan hiçbirimiz güvende değiliz. Bencil bir şekilde ben sadece kendi güvenliğimi düşündüğümde, başkalarının güvenliğini tehlikeye attığımda nihai olarak kendi güvenliğimi de tehlikeye atmış olurum. Yani kendimiz için istediğimizi başkası için de istemiyorsak zaten samimi, tutarlı, dürüst bir dış politika izleyemezsiniz.

Biz nasıl Türkiye için kalkınmayı, adaleti, adil paylaşımı, güvenliği, huzuru istiyorsak, komşu ülkeler ve bölge ülkeleri için de aynı şeyi istiyoruz. Dolayısıyla bizim başkasının toprağında gözümüz yok, başkasının iç işlerine karışmak gibi bir niyetimiz yok. Ama başka ülkelerden beklentimiz de Türkiye’nin iç işlerine karışmasınlar, Türkiye’nin içini karıştırmak için birtakım çocukça planların içerisine girmesinler. Bazı Körfez ülkelerinin Türkiye aleyhine yaptığı kara propaganda faaliyetlerinin inanın halk nezdinde hiçbir karşılığı yok, tam tersine halkı onlardan daha fazla uzaklaştıran bir tutum içerisinde olduklarını artık onların da görmesi gerekiyor.

SORU: Adil paylaşım konusuna değindiniz. Sayın Cumhurbaşkanı geçtiğimiz günlerde Kovid-19’dan sonra dünyada artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söyledi, doğrusu bunu bazı çevrelerden de duyuyoruz. Yani ne değişecek gerçekten, bize ne öğretti Kovid-19? Yoksul ülkeler, geri kalmış ülkeler, zengin ülkeler arasındaki uçurumu daha çok net bir şekilde görmüş olduk. Aslında herkesi eşitleyen bir süreçle karşı karşıya kaldı insanlık. Siz nasıl bir perspektif görüyorsunuz gelecekle ilgili, Kovid-19 bize nasıl yeni bir dünya sunmuş olacak?

CEVAP: Öncelikle Kovid-19, mevcut dünya düzeninin ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha ortaya çıkarttı. Tarihte yakın dönemde birçok savaşlar yaşandı, bölgesel savaşlar, başka şeyler, ama herhalde küreselleşmenin bir gerçek haline geldiği bu geçtiğimiz 30-40 yıl içerisinde ilk defa herkesin aynı anda aynı şeyi yaşadığı bir dönemden geçtik. Küresel bir an yaşadık, hala da yaşamaya devam ediyoruz. Japonya’sından Amerika’sına, İtalya’sından Türkiye’sine, Almanya’sından Irak’ına kadar hepimiz bu aynı anı aynı anda yaşadık, bu çok nadir görülen bir şeydir. Üçüncü olarak da küresel sistemin testinin pozitif çıktığını gördük. Aslında küresel sistemin kendisi bu virüse yakalandı, bu kadar etkisiz olması, bu virüs karşısında çözüm üretememesi, bu kadar insanın ölmesi, virüsün bu kadar hızlı yayılması, ekonominin durması ve bundan sonra toparlamaya ilişkin projeksiyonların da uzun vadeli olması bu sistemin ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor.

‘Küresel liberal düzen’ deniyor, ben hep ona şey diyorum; ya bu düzen ne küresel ne liberal ne de aslında bir düzen. Yani küresel değil çünkü tek taraflı, hakimin, güçlü olanın sözünün geçtiği bir düzen. Liberal falan değil. Yani liberal diye paketlenen birtakım değerler yahut söylemler var, yani serbest piyasa şartları, ekonomisi vesaire deniyor ama kapitalizmin her zaman tekelciliğe doğru evrilmek istediğini herkes bilir, iktisat okuyan herkes bunu bilir. Kapitalist, tekel olmak ister, serbest, adil piyasa şartları içerisinde rekabet etmek falan istemez. Nitekim bunun için de antitröst yasaları çıkmıştır. Şirketler büyümüştür, büyümüştür devasa yapılar haline gelmiştir. Bunlar artık devletin bile kontrol edemediği büyüklüğe ulaştığında devlet buralara müdahale etmiştir, ‘Hayır, bu artık tüketici hakkını da kişi haklarını da ortadan kaldıran bir yapıya dönüşüyor’ diye. Dolayısıyla böyle bir liberal düzenden de bahsetmiyoruz, düzen de değil. Düzen üretmiyor tam tersine bir düzensizlik, kaos, adaletsizlik üretmeye devam ediyor.

Şimdi bütün bu gerçekler ışığında önümüze yeni birtakım fırsatlar da çıktı. Türkiye bu süreci en iyi yöneten ülkelerden birisi oldu hem vaka sayısı itibarıyla hem ölümler itibarıyla… Sağlık altyapımızın güçlü olmasının getirdiği avantajları bu dönemde gördük. Sayın Cumhurbaşkanımızın ‘Bunlar benim hayalimdir’ dediği şehir hastanelerinin bu süreçte ne kadar kritik bir rol oynadığını hep birlikte gördük. Sağlık çalışanlarımızın, 1 milyon 100 bin civarındaki sağlık ordumuzun ne kadar özveriyle çalıştığını gördük. Ama şimdi bundan sonra yapılacak çok önemli şeyler de var. Mesela biyogüvenlik konusu artık Türkiye’nin milli güvenliğinin önemli başlıklarından biri haline gelmiştir, siber güvenlik yine ulusal güvenliğimizin önemli başlıklarından birisi haline gelmiştir. Bu konularda çok önemli çalışmalar yapılıyor, bunlar daha da artacak. Sayın Cumhurbaşkanımız bu konuda gerekli talimatları da verdi, ilgili birimlerimiz bu konularda çalışmalarına da başladılar. İleriye dönük olarak Türkiye özellikle tedarik zincirini muhafaza etmek suretiyle hem kendi içindeki yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına hem de bölgedeki insanlara yardım ulaştırarak bünyesinin ne kadar sağlam olduğunu gösterdi ama bunu daha da fazla güçlendirmek için adımlar atmaya devam edeceğiz. Ben bu süreçten Türkiye’nin hızlı bir şekilde çıkacağına inanıyorum ve diğer dünya ekonomileri toparlamaya çalışırken Türkiye’nin çok hızlı bir şekilde yol alacağını düşünüyorum. Bunlar tabii bize birtakım fırsatlar getiriyor. Bu temel altyapı yatırımları konusunda, stratejik önemi olan alanlarda aldığımız mesafe noktasında ileriye dönük daha pozitif, daha aydınlık, daha umut verici bir tablonun olduğunu söyleyebilirim.
SORU: Şimdi Türkiye sosyal medyayı artık dünyada en çok kullanan ülkelerden bir tanesi. Ama sosyal medyanın Türkiye’de maalesef daha çok son dönemlerde kadına yönelik şiddet, hakaret, yalan, küfür ve benzeri kötü amaçlar için kullanıldığını gördük. Bir sosyal medya düzenlemesi gerektiğini görüyoruz. Bu konuda Sayın Cumhurbaşkanı bir talimat verdi bir çalışma yapılıyor bu düzenlemenin içeriğiyle ilgili bize neler söyleyebilirsiniz? Sosyal medyayı Türkiye’de kapatacak mısınız? Çünkü o tür bir algı da var, hükümetinizin sosyal medyayı Türkiye’de yasaklayacağına dair şeyler de konuşuluyor. Böyle bir planınız mı var yoksa bu düzenleme neyi kapsayacak?

CEVAP: Sosyal medyanın kapatılması diye bir plan, bir görüş yok ama sosyal medyanın düzenlenmesi gerektiği konusunda artık bir konsensüs oluştu, bir ittifak oluştu. Neden? Ben gerçek hayatta size hakaret ediyorsam, küfür ediyorsam, iftira ediyorsam, kişilik haklarınızı ihlal ediyorsam, mahrem bilgilerinizi ortaya çıkartıyorsam yahut terör propagandası yapıyorsam, bu nasıl gerçek hayatta suçsa sanal dünyada da suç olmak durumundadır. Yani analogda suç olan dijitalde de suçtur, temel ilke budur. Fakat internet dünyası çok hızlı geliştiği ve regüle edilmesi çok zor bir alan olduğu için bununla ilgili uluslararası bir müktesebat da oluşmuş değil. Farklı ülkelerin bu konuda farklı uygulamaları var. Mesela Almanya örneğine baktığınızda bu konuda en sıkı tedbirleri almaya çalışan, hukuki anlamda çalışma yapan ülkelerden birisi olarak onların geçtiğimiz özellikle 4-5 yıl içerisinde birçok yasa girişimi oldu, bunların bir kısmını birkaç aşamada uyguladılar ve hep bu ilkeden hareket ettiler, gerçek hayatta suç olan sanal dünyada da suçtur. Peki bunu nasıl regüle edeceksiniz, nasıl takip edeceksiniz? Birisi sosyal medyayı kötü amaçlarla kullandığında, kişilik haklarını ihlal ettiğinde, suç teşkil eden bir eylemde bulunduğunda ne yapacaksınız? Sizin gidip bu şirketlere, yani platformları yöneten şirketlere başvurmaktan başka şansınız yok.

Mahkeme kararı bile çıkartsanız onu uygulayacak olan bu şirkettir, o platformdur, o sosyal medya mecralarıdır. Dolayısıyla burada şirketlere büyük bir sorumluluk düşüyor. Hatırlayın Amerika’da bile işte Facebook’la ilgili birçok konular gündeme geldi. ‘Seçim döneminde bilgileri alıp bunları bir tarafın lehine kullandırttınız mı?’ Çok ciddi bir suçlama, çok ciddi bir iddia bu, değil mi? Başka birçok alanda benzer uygulamalar, benzer davalar açıldı. Bunlarla ilgili büyük cezalar verildi. Neden yapılıyor bu? Çünkü kişi haklarını ihlal eden, suç teşkil eden bir eylem o mecra üzerinden gerçekleştiriliyorsa suçu işleyen kişi kadar tedbir almıyorsa mecranın sahibi de sorumludur. Temel ilke bu. Dolayısıyla bu tasarı tabii ki meclisin uhdesinde, çalışılıyor. Cumhurbaşkanımız bir çağrı yaptı bununla ilgili, hem Cumhurbaşkanı hem de AK Parti’nin Genel Başkanı olarak tabii. Kendi grubuna da bir çağrı yaptı, Meclis’e de bir çağrı yaptı: “Gelin bununla ilgili bir düzenleme yapalım. Sosyal mecra kişilik haklarının ihlal edildiği, terör propagandasının yapıldığı, yalanın, iftiranın kol gezdiği bir yer olmaktan çıksın. İnsanların medeni, erdemli, doğru bilgiye dayanan iletişim yapabileceği bir mecra olarak kullanılsın.”

Paylaş